Umutsuz gök

Halep’ten göçmüşlerdi Türkiye’ye… Birikmiş kınsız gözyaşlarını yamayıp yazgı kırığı ömürlerine… Uzun yol yürümüşlerdi, kurumuş dudaklarına özlem karası kahır sürünmüştü. Her adımda arkalarına dönüp ‘’Yine geleceğiz!’’ umudunu bırakmışlardı.
Bir günün şafağında, sokaklarında portakal kokusu hüznü akan bir kente vardılar. Apar topar dükkandan bozma, tek odalı bir eve kiracı olarak yerleştiler. Daha öncesinde bir pazarlamacının depo niyetine kullandığı eve. Ellerindeki paranın büyük kısmını ev sahibi Kör Neco’ya verdiler. Kör Neco’nun parayı alıp avuçlarına bastırdığı anda atmış olduğu kahkahayı bir daha unutamazlardı. Kör Neco; uyanık, beyni vicdan suyunda yıkanmamış biriydi. Namazını kılar, orucunu tutar ama “Zekat verdiğini gören, duyan var mı?” diye sorarlarsa, şahitlik yapan olmazdı. Mahalleli pek sevmezdi onu. Göz perdeleri yıpranmış aileden, yıllığı 4 bin liralık eve(!) 10 bin lira istedi Kör Neco.
Düşene tekme atmayan mı kaldı? Ekseriyet, kim daha güzel tekme atar yarışında.
Komşuların yardımı ile bir kaç eski püskü halı, bir çekyat takımı ve küçük bir buzdolabıyla rutubete boğulmuş duvarlar arasında yeni günlerini yaşamaya başladılar. Bekir, barınma sorununu çözdükleri günün ertesinde hemen iş aramaya koyuldu. İlk gün 16 yıl eskitmiş alnında top top biriken terle akşama kadar hiç bilmediği bir dilin yabancılığını şaşkın bakışlarına taşıyarak esnaf esnaf dolaştı. Bir sonuç alamadı. Yolunu şaşıra bula gece yarısı eve vardı. Kulakları ve burnu soğuktan kızarmıştı. Annesi uyuyamamış, onu bekliyordu. Kız kardeşi Elif ise erkenden uyumuştu. Bacaklarında toplanan günün yorgunluğunu, annesinin minderin üstüne attığı battaniyeye sığdırarak yastıksız bir uykuya daldı. Ertesi sabah uyandığında annesi ve kız kardeşi hala uykudaydı. Kalkıp odayla bitişik duran tuvalete girdi. Ellerini ve yüzünü yıkadı ama kurutmadı. Buzdolabından bir domates çıkardı. Buzdolabının üstündeki dünden kalmış ekmeği de alarak bir parça kopardı. Yattığı mindere oturup sırtını duvara dayadı. Elindeki domates ve ekmeği bitirince tekrar tuvalete girdi. Ellerini yıkadı ama yine kurutmadı.
Tuvaletten çıkınca kırık bölümleri siyah naylonla kaplı, demir parmaklı evin kapısından sokağa bıraktı kendini. İş aramaya koyuldu yine. Öğlen güneşi ışığını eksiltene dek aralıksız aradı. En sonunda bir lokantada bulaşıkçı olarak çalışmaya kabul edildi. Lokantada komilik yapan bir başka mülteci çocuğu çağırdı patron. Konuşmaya tercümanlık etti. “Günlük 20 lira yevmiye vereceğim.” dedi patron. Bekir, kendisiyle acıdaş çocuğa kafasını sallayarak ücreti kabul ettiğini iletti. Hemen ertesi gün sabahın ilk ışıklarında işe başlaması söylendi. Anlaşma sağlandı. Bekir lokantadan çıktı ve eve doğru yola koyuldu. Bu kez çok zorlanmadı evi bulmak için. Hava kararmak üzereyken vardı eve. İş bulduğunu ve ne kadar ücret alacağını söyledi annesine. Annesi “İyi olmuş” diyerek ağrılı bir tebessüm yaktı ve ardından akşam yemeğini hazırladı. Yemeğe kardeşiyle birlikte oturdular. Annesinin kızarttığı patatesleri yedikten sonra Bekir, mindere geçip oturdu. Sırtını duvara yaslayıp, evin kapısının önünde duran perdeyi hafif aralayarak bir süre gökteki yıldızları süzdü. Ardından perdeyi bırakıp yatağına uzanarak uyudu.
Sabah namazına uyanan annesi, namazdan sonra tekrardan yatağına girip uyumadı. Duvarda asılı duran Kuran-ı Kerim’i kılıfından çıkarıp okumaya başladı. Gün aydınlanmaya başlarken annesi Bekir’i uyandırdı. Bekir, uyumakta direttiyse de annesi onu uykusundan kurtardı. Buzdolabında yiyecek bir şey kalmamıştı. Bir şey yiyemeden çıktı evden. İşe başlayacağı lokantaya vaktinde vardı. Beline saracağı bir önlük verildi ve mutfağa gönderildi. Mutfakta, akşamdan kalan birkaç tabaktaki artığı gördü. O an tek başınaydı. Mutfakta çalışacağı diğer arkadaşı henüz gelmemişti. Tabaklardaki yemek artıklarını, bir gözünü kapıya dikerek yedi. İçindeki açlığı bir nebze olsun hafifletmişti.
Kısa bir süre sonra mutfakta birlikte çalışacağı diğer arkadaşı da geldi. İş arkadaşı Mazlum kendisinden bir yaş büyüktü. Okulu sevmediğini defalarca babasına iletmiş ve bu sevgisizliğini okuldaki başarısızlığıyla da pekiştirmiş bir çocuktu. Babasının tüm ısrarına rağmen okumaktan vazgeçen Mazlum, belki bir ders çıkarır diye babası tarafından bu işe yerleştirilmişti. Nafile, bu iş onu bezdirememişti. Tek bezginliği patronuydu. Patron babasının arkadaşıydı ve babasının ricası üzerine birazcık baskı kuruyordu üzerinde. Olur ya “Ben ettim, sen etme baba. Ben okumak istiyorum. Beni tekrardan okula kaydet” der diye bir gün. Ama demezdi Mazlum. Çünkü bulaşık yıkamayı, matematik dersindeki o havuz problemlerinin doldur boşalt hesaplarına; patronunun azarlamalarını da, öğretmeninin ders ortasında kendisini “Aptal!” diye azarlamasına yeğliyordu.
“Merhaba!” dedi Mazlum. Bekir de sıcak bir yüz ifadesiyle karşıladı onu. Hemen işe koyuldular.
Günün ilerleyen saatlerine kadar çok iyi bir ikili olarak çalıştılar. Bekir adettendir her işçi gibi ilk gün, köpüklü ellerinden kayan bir bardağı kırdı. Mazlum patron görüp de azarlamasın diye hemen kırıkları toplayıp çöp kutusuna attı ve kırıkların üstünü naylon bir poşetle kapattı. Akşama doğru iş bitiminde Bekir, önlüğünü çıkardı ve mutfaktaki bir yağ tenekesinin üzerine oturdu. Çok kısa bir süre içine kapandı. Toprağa veremeden başka bir ülkeye göç etmek zorunda kaldıkları babasıyla geçirdikleri son sabahı anımsadı. Kerpiçli bir evin çiçekli bir bahçesinde ibrikle ellerine su tuttuğu babasına havlu götürdüğü o son sabahı… Islak yüzü kurumamış babasının, soluksuz yattığı o anı ve bahçedeki ağaç kovuğundaki üç mermi izini bir daha unutamazdı.
‘’Bekir! ‘’
Cırtlak sesli patronunun sesi ile bölündü düşünceleri. Koşar adım yanına vardı. Patronu, kasadan çıkardığı 20 lirayı ona uzattı. Bekir, ilk iş gününün yevmiyesini pantolonunun cebine koyup ayrıldı iş yerinden. Eve vardığında kız kardeşi yine uyumuştu. Bekir eve girer girmez cebindeki yevmiyesini çıkarıp annesine uzattı. Annesi parayı aldı ve boynuna astığı bez cüzdanın içine koydu. Tüpün üzerindeki çorbayı ısıtarak, Bekir’in sofrasını hazırladı. Bekir çorbasını içtikten sonra tabağını ve yer bezini kaldırdı. Mindere geçip oturdu. Bu kez hemen uyumadı. Yorgundu ama geçmişe döndü istemeden. Orada kaldı bir süre. Ardından annesinin dürtmesiyle battaniyenin altına geçti, yine geçmişe gitti. Farkına varmadan uykuya teslim etti kendini.
Sabah gözlerini açtığında annesi uyuyordu. Sabah namazına uyanmamıştı bu kez. Yataktan kalktı, elini ve yüzünü yıkadı. Kurutmadan çıktı evden. Buzdolabını açıp “Yiyecek bir şey var mı?” diye de bakmadı. Elleri ceplerinde sokakları adımladı iş yerine varana dek. Önlüğünü askıdan alıp beline doladı. Ardından mutfağa geçince Mazlum’un kendisinden önce geldiğini gördü. Selamlaştılar. Mazlum akşam arkadaşlarıyla takılıp eve geç gittiğinden babasından önce azar işitmiş, karşılık verince de dayak yemişti. Yediği dayağı sindiremeyince odasına çekilip sabaha kadar uyuyamamış, gün doğduğunda hemen iş yerine atmıştı kendini. Tüm gün yüzündeki gururlu ifade ile çalıştı Mazlum. Gün sonunda patron önce Mazlum’u ardından Bekir’i çağırıp yevmiyelerini verdi. Mazlum, Bekir’in iki misli ücret alıyordu. Mevzu bulaşık yıkamak olsa da Türkçe bilmek büyük marifetti.
Bekir, aldığı yevmiyeyi cebine koyarak, eve doğru yola koyuldu. Evin önüne vardığında içerideki lambaların sönük olduğunu gördü. Kapıyı çaldı ama açan olmadı. Ev sahibi Kör Neco’nun eşi Cemile seslendi pencereden. Durumu anlatmaya çalıştı ama Bekir hiçbir şey anlamadı. İçine çok büyük bir korku akmıştı. Cemile anlatamadığını anlayınca sokağa Bekir’in yanına indi ve mahallede Türkçe konuşmayı bilen bir mültecinin evine götürdü. Annesi kalp krizi geçirmişti. Kız kardeşinin bağırışlarını duyan mahalleliler, annesinin başında toplanmış çağırdıkları ambulansla hastaneye kaldırmışlardı. Bekir, annesinin kaldırıldığı hastaneyi ve oraya nasıl gidebileceğini sordu. Kendisine tarif edildikten sonra koşar adım hastaneye gitti. Hastane eve on dakika uzaklıktaydı. Hastanenin içerisinde derdini anlatamadığı diliyle sessizce dolandı. Tesadüfen bir koridorda kız kardeşine rastladı. Sevinçle hüzün karışımı bir duygu sardı içini. Ona doğru koştu. Sarıldı iki kardeş birbirlerine, sonra annelerinin yatırıldığı odaya gittiler. Annesi uyuyordu. Kız kardeşi de arkadaki tekli koltuğa uzandı. Bekir, annesinin başucunda durarak, yüzüne baktı. Ardından odadaki pencerenin yanına geçip perdeyi hafif araladı. Başını göğe kaldırdı. Gökte hiç yıldız yoktu. Umutsuzca perdeyi kapattı.