Zamanın bir yerinde vahşi batıdan bir meslektaş, Türkiye’de siyaset bilimci olmanın çok keyifli ve üretken olacağından dem vurup sözünü şöyle tamamladıydı: “… düşünsene hocam” demişti, “…bizim ülkemizde yüz yirmi yıl önce bir anayasa yapılmış o günden bu yana bir maddesi bile değişmemiş. İki tane büyük parti var, bir dönem biri kazanır seçimi, sonraki dönem diğeri. Siz de öyle mi! On yılda bir darbe oluyor… her darbeden sonra yeni bir anayasa yapılıyor, yetmiyor aralarda bir dolu anayasal değişiklik, kanunlarınız sürekli değişiyor. Partiler kuruluyor, partiler kapatılıyor, bir dönem yüksek oy oranlarıyla iktidar olmuş partiler sonraki dönem dibe vuruyor. Sizin memlekette siyaset bilimci için ne çok zengin malzeme var; harca harca bitmez”.
Tabii bu vahşi batıdan bakan kovboya uzaktan davulun sesi hoş gelir; sen gel bir de memleketin akademisinde mesai eyleyenlere sor diyeceksin de olmuyor işte. Ne anlatacaksın elin vahşi batılısına… Kendi memleketin üzerine açıklamada bulunmaya başladığında, sana Kapadokya’da bir dükkânda gördüğü otantik halı muamelesi yapmaya başlayabilir. Bir de bu arkadaşlar iki duble rakı içince bizden daha beter ‘ne olacak bu memleketin hali…’ havasına giriyorlar.
Mesela 1990’ların sonlarında memleketin “doğu” ve “güneydoğusunda” beyaz torosları anmadan siyasi mülahaza yürütülemeyeceğini, yine o yıllarda bu coğrafyada bölgede yaşayan, kimilerince kendilerine ‘kart-kurt’ denilen bir insan türünün tepesine çullanıldığını es geçen her türden demokrasi söyleminin anlamsız kalacağını gel de anlat batılı kardeşe. Akademideki çıraklık dönemime denk gelen o yıllarda Yüksek Öğretim Kurulu, bütün fakültelere derslerde kullanılmaması talimatıyla hayli kabarık bir sözcük listesi göndermişti. Neler yoktu ki listede; etnik, kimlik, kürt, ana dil, aidiyet, ayrımcılık, soykırım, sınıf, sınıf mücadelesi… liste böyle uzayıp gidiyordu. Bizim vahşi batılıya nasıl anlatacaksın, başında YÖK gibi akademi üstü/dışı bir kurum varken böylesine zengin bir malzemeyle pek de nesnel bilim yapmanın olanaklı olmadığını ve geçen otuz yılda, bugün bile hala bu kavramlardan bazılarını kullanmanın terör örgütü üyeliği ya da en hafifinden propagandasından yargılanmayı doğuracağını.
Niyetim ‘vahşi batılı akademik yaratıyı’ sorgulamak ya da yerden yere vurmak değil kuşkusuz. İster gündelik yaşamın içinde olsun, ister bilimsel olsun bir şeyi anlamak, algılamakla yani duyusal deneyimle başlar. Sonuçta vahşi batılıdan yaşamadığı, deneyimlemediği bir şeyi anlamasını sonra da tahayyül etmesini bekleyemezsiniz. Öte yandan bu “vahşi batılı olma hali” bir ölçek meselesi gibi geliyor bana. Söz gelimi, memleket dışı vahşi batılılarımız olduğu gibi, memleket içinde de vahşi batılılarımız var. Misal, gezi direnişinden yerli vahşi batılılarımız ilk defa toma ve akreplerle karşılaşıp, biber gazı yediklerinde, bu memlekette vahşetin her türlüsünü ilk tecrübe etme onuruna nail olan Kürtler, ‘biz bunlarla onlarca yıl önce tanıştık’ dercesine hafif tebessüm etmiş idiler. Sonrasında yerli vahşi batılılar, ‘biz gezide devrim yapacaktık ama kürt kardeşlerimiz destek vermedi’ – hadi hdp diyelim- serzenişinde bulununca tebessüm etmeye bile tenezzül etmediler.
Olgusal zenginliğin kötü taraflarından biri, bu çeşitlilik içerisinde birçok olgunun hızla önemini, işlevini ve dolayısıyla bilimsel çekiciliğini yitirmesidir. Vahşi batılının zenginlik olarak gördüğü şey karşısında biz yerli vahşi batılılar, biraz da sürekli bir teori oluşturma veya hazır bir modeli alıp uygulama sevdalısı olduğumuzdan olsa gerek, feleğimizi şaşırırız. Yine yanlış anlaşılmasın, bu da pratikle alakalı bir durum gibime geliyor. Beyaz torosların kamusal temsiliyetinin sona erdiği 2000’lerin ortalarında, sanki geçen on yılda hiçbir şey olmamış gibi, yerel demokrasi, yerel özerklik, demokrasi-kamusal alan ilişkisi gibi popüler çalışma alanlarına sarıldık cümbür cemaat. Bir de o barış süreci yok mu; ne makaleler, tezler yazıldı, konferanslar düzenlendi, ne ağdalı cümleler kuruldu özerklik üzerine. Şimdi pratiğin bütün düşünsel kurguları tuzla buz ettiği akademik bir moloz yığınına dönüşmüş halde yatıyor mevtası bol akademik kabristanda. Gerçek yaşam, yaslanılacak ne teori bırakıyor ne de medet umulacak kavramlar.
El konulmuş doksan üç il ilçe belediyesi, on milyona yaklaşan nüfus, kale-kollar kent merkezlerine inmiş, yerel ve merkezi otoriteye ait bütün hizmet binaları üç-beş metrelik kalın beton duvarlar arkasına gizlenmiş, el konulan belediyeler inanılmaz güvenlik önlemleriyle ‘koruma altına alınmış’. Manzara-i umumiye bu. Devletin sadece şiddet kullanma tekeli ile görünür olduğu bir coğrafyadan, ‘vatandaş’ın olmadığı bir siyasal alandan, bütün müzakere alanlarının kale-kollarla çevrelendiği, kamusal olmayan alanlardan bahsediyorum. En zoru bu durum üzere analiz yapmak olsa gerek.
Bizim vahşi batılı görünüşte ne kadar haklı. Son on yıla bir bakın; barış süreci, yerel özerklik tartışmaları, gezi direnişi; gelinen nokta kale-kol devlet. Yaşam Herakleitos’un ırmağı misali hızla akıp giderken bizler ağzı açık ayran delisi gibi onu seyre koyulmuşuz. Ama eli kulağında, nasıl ki tomalarla, akreplerle, biber gazıyla, bir on yıl gecikmeyle tanıştıysa memleketin batısı, kale-kolların da buralara yayılmasının eli kulağındadır. Bakalım o zaman hangi tahayyüllerimiz ve söylemlerimiz tarumar olacak.