Zamanın yenemediği mekânlarda,
Uzaklara türküler söylüyoruz…
Her çırpınışta, her kala kalışlarda ya da geri dönmemek üzere çıkmak istenilen yolculuklarda akla ilk gelen kuş kadar hafif, paylaşılan kırmızının yumak olup da her bir yanımızı çepeçevre sarmalayan, bir yandan düşürüp öte yandan ayağa kaldıran ama hep sövdüren, söyleten, naif de dursa buluta küstüren, çocuk ağlatıp, yaşlı öldüren, ama hep dik durmaya yönelten zor bir silahsa zaman dediğimiz belirsiz tahlil, öyle ‘ben bu işte yokum’la kalmıyor, geçiyor, geçtiriyor, yağıyor, yağdırıyor ve eni sonu seni tercihlere, seçimlere, geçişlere, uyandırışa, uyarlamaya, kurgulu kafalara boyunduruk kılıyor.
Bir acemi olarak başlanılan işin, profesyonel olarak sonunu getirmeyi marifet olarak kabul edenler, hayatın en güzel yanlarını hep teğet geçenlerdir. Ne kazanç, ne mesleki tecrübe, ne de her hangi bir konuda işinin ehli olmak, teğet geçilen güzelliklerin telafisini size sunar. İhtiyacımız olan hangisi derseniz, bu tamamen hayata baktığınız pencere ile ilintilidir ki bu ilintinin zaman geçtikçe, yaşamınız farklılaştıkça değişmesi muhtemeldir. Ama kesin olan bir şey vardır ki; kurulan ilk cümle, hissedilen ilk temas, ayarlanan ilk saat yahut altında yürüdüğünüz ilk yıldızların yerini alabilecek tek bir adım, tek bir devinim yoktur, deniz misali üç beş kulaçla aldığınız yolu, tek bir dalganın gerisin geri sizi en başa döndürme ihtimali de unutulmamalıdır.
Geriye dönüp de “şimdiki aklım olsa” cümlesini kimler kurmamıştır ki, olsa olsa en iyi ihtimalle istisnadır. Kaide ise şudur; hata yaparız devamlı ve devamlı ve yapa yapa öğreniriz bir sonraki adımı daha doğru atmayı. Ancak öğrendiğimiz şey, tecrübe ettiğimiz yaşanmışlıklardan ibarettir ki henüz öğreneceklerimiz yanında ufacık bir zerre gibi kalır. Bu bitmek bilmeyen öğrenmelerde tuhaf olan ise bilgeliğe doğru ilerlerken, yani her öğrendiğimiz bilgi bizi daha bilge yaparken, hayat ve insan adına edinimlerimizin hep kararak bize döndüğüdür… Oysa insanı tanımak ve tanımlamak kimseyi mutlu etmez. Ondan olsa gerek tecrübeli insan yoklar ve sınarken acemiler kabul eder ve inanır. Tecrübeli insan az konuşur, bildikleri gerçeklerden dahi emin değilken acemi susmayı akıl edemez, anlatır, anlattıkça öğrettiğini düşünür. Tecrübeli, muhasebe misali hayatı ve insanları ölçer biçer, kendi mutluluğu üzerinden hesap yapmaktan geri durmaz. Acemi ise yaşar ve görür, nihayetinde yaşam eleğinden geçirdikleri ile tecrübeye ulaşır. Oysa bu acemiler içerisinde bir de uslanmaz olanları vardır. Israrla vazgeçmezler o acemi ruhu taşımaktan. Edindikleri, hiçbir zaman o tecrübe kılıfına bürünmez. Farkına varamadıkları ve büyütemedikleri o çocukluk halleri onlarıesareti altına alır. Ve hâlâ üstlerinden geçen uçaktan birilerinin onlara el salladıklarına inanır. Hayat bu… Olur da öyle birine rastlarsanız, tecrübenizi onlardan uzak tutun…