Nihayet, uzun soluklu bir kışın ardından kente bahar gelmişti. Gün, yeşilin her tonunu tadarcasına güzel; güneş, gülüşleri dahi ısıtacak kadar sıcaktı. Her eve farklı sinen sihirli bir mevsimdi, bahar.
Böyle renkli bir güne merhaba dedi Esra. İki odalı evlerinin balkonundan göğün mavi yüzüne kaldırdı başını. Sıcaktan yüzünün ısındığını hissetti. Gülümsedi. Başını aşağıya, sokağa indirdi bu sefer. Okul çağına gelmemiş çocuklar, kışın acısını çıkartırcasına oyun oynuyorlardı. Karşı komşuları Nazife Hanım bahar temizliğine başlamıştı.
Esra, iki katlı bahçeli bir evin, ikinci katında yaşıyordu. Sekiz yaşında, mavi gözlü, kıvırcık, sarı saçlarıyla dünya tatlısı bir çocuktu. Üç kardeştiler. Abisi Mehmet kendinden iki yaş büyük, kız kardeşi Evin ise dört yaş küçüktü. Babası sıva ustasıydı; köylere, inşaatlara gider çalışırdı. Annesi ise ev işleri ile uğraşırdı.
”Esra! Nerdesin, kızım sen?” diye seslendi annesi.
Annesinin kendisine seslenmesiyle irkildi. Yılların pasını taşıyan demir merdivenlerden evin bahçesine doğru ilerledi.
Baharın gelişiyle kadınlar evlerinden çıkmış, evin bahçesinde muhabbet sofrasına oturmuşlardı. Annesi de yanlarındaydı, çok hararetli bir konuşmanın içerisindeydiler.
Yanlarına doğru yürüdü.
Gözlerini kadınlardan ayırmadan, “Büyüyünce ben de onlar gibi mi olacağım?” diye geçirdi içinden. “Arkadaşlarım Hatice ve Zekiye de böyle mi olacaklardı?”
Bunun cevabı, küçük bir düşün içerisinde saklıydı.
Annesinin yanındaki plastik mavi sandalyeye oturdu. Annesi Melek, komşuları Ayfer, Fatma ve Medine teyze geçenlerde mahallede yaşanan bir cinayeti konuşuyorlardı. Medine Teyze yayvan bir dille biraz kendinden katarak, biraz da yaşanılandan alıntılayarak cinayeti anlatıyordu.
”Zaten bu kızda bir haller vardı. Ben bile anlamıştım. Yürüyüşü, konuşması, giyinişi, her şeyi değişmişti. Geçen gün de abisi telefonda biriyle konuşurken yakalamış. Mesajlaşıyormuş. Abisi de ‘kardeşim kötü yola düştü, ben laf getirtmem kendime’ diyerek kardeşinden telefonu istemiş. Vermemiş kız da telefonu. Vermeyince zorla almış abisi elinden. Kız bir de telefona şifre koymuş. Şifreyi istemiş abisi. İnat etmiş kız, ‘vermem’ demiş. Sen misin vermem diyen! Abisi önce okkalı bir tokat atmış kıza, sonra tekmelemeye başlamış. Baya sinirlenmiş, öyle böyle değil. Hıncını alamamış, sopa ile dövmeye başlamış. Gözü korksun diye su getirip dökmüş üstüne. Çocuklar oyun oynuyoruz diye kablo getirmişler eve. Abisi kabloyu da almış eline, bir ucunu prize vermiş, bir ucunu kızın bacaklarına. 5 – 6 kez elektrik vermiş kıza. Kız yere serilmiş. Kendinden geçti zannetmiş abisi, sonra anlamış ki ölmüş!”
Harıl harıl dökülen bu sözlerin ardından kuru bir sessizlik çöktü kadınların arasına. Ayfer’in ”Yazık oldu kıza!”, Fatma’nın da ”Allah’ım bizden esirgesin inşallah!” sözleriyle bozuldu sessizlik.
Esra o ana dek hiç tanışmadığı bir korkuyla yüzleşti. Muhabbet devam ederken o, içindeki korkunun dalgalarına kapılıp bir başka diyara çekilmişti. Kalbinin ucuna keskin bir hançerin dayandığını hissediyordu. Anlamsız bakışlarını etrafta gezindirerek, duyduklarından uzaklaşmaya çalışmak istediği yüzünden okunuyordu. Ama uzun sürmedi ve çekildiği diyardan gerçek dünyaya tekrardan ayakbastı. Çünkü korku, hiçbir yere kaçamayacak kadar sarmıştı bedenini…
Esra, ilkokul üçünü sınıfa gidiyordu henüz. Mahallenin en eski okulu olan Bağlar Mahallesi İlköğretim Okulu’ndaydı. Birçok arkadaşı vardı sınıfta ama içlerinden biri vardı ki gülüşüyle, sözüyle, bakışıyla diğerlerinden ayırıyordu kendini. Ömer, esmer ve en az kendisi kadar tatlıydı. Ayakları yerden kesilirdi Ömer’i görünce, dersi dahi dinleyemez, gün boyu Ömer’e takılıp giderdi gözleri.
Ömer de Esra’ya karşı adını bilmediği duygular taşıyordu. Hatta Esra’yı göremediği için hafta sonlarından nefret eder olmuştu. Abilerinin dinlediği müziklerle geçirirdi hafta sonlarını. Pek anlamazdı sözlerini ama melodisine kapılır giderdi.
Ömer’e karşı farklı duygular beslemeye başladığından beri zihnine bulanan korku iyice yüzüne sinmişti Esra’nın. Aklına hep abisi tarafından öldürülen kız geliyordu. Esra etkilendiği konuşmanın ardından, abisi Mehmet’e karşı tuhaf takıntılar içerisine girmeye başlamıştı. Aslında Mehmet değil, bu tuhaf tavırların kahramanı kendisiydi. Halbuki abisi onu çok seviyordu. O da bunu biliyordu ama kadınların anlattıkları abisini de gözlerinde bir canavara dönüştürmüştü.
Akşam iyice siniyordu kente. Yarasa sesleri doluşmuştu evin üst bölümlerine. Esra, sabah erkenden okula gideceği için yemekten sonra küçük odaya yatağını serip uykuya daldı.
Muhabbet Esra’yı öylesine korkutmuştu ki, bilincine işlenen o sözler uykusuna patır kütür dalıp bir kabus olarak karşısına çıktı. Rüyasında abisinin, Ömer’e olan duygularını öğrendiğini gördü. Bunun üzerine abisi, hışımla kendisini tekmeleyip tokatlamaya başladı. Kadınların anlattığı bir abi, nasıl kız kardeşini öldürmüşse, Mehmet abisi de aynı şekilde kendini öldürüyordu. Uykusundan ”Hayır ben yaşamalıyım!” dercesine fırladı. Nefes alamıyordu sanki. Kıyafetleri de ter içinde kalmıştı.
Suçu, elinde olmadan küçük kalbinde sihir gibi yeşeren histi. Oldukça güzel, anlamlı ama insan soyunun kirlettiği, ötelediği bir his…
Televizyon başına dikilip dizi izleyen ev halkı, Esra’nın yaşadıklarından bi haberdi. Gördüğü kabus ise biraz daha korku açmıştı içinde. Korkuyordu. Ya abisi öğrenirse, öldürür müydü?
Küçük kalbini bir fare kemiriyormuş gibi suskunca duvara doğru baktı bir süre. Ne olacaktı şimdi?
Uzun düşüncelerin ardından yorgun düşüp uykuya teslim etti kendini. Gözlerini annesinin, “Kahvaltı hazır!” demesiyle açtı. Yepyeni bir gün serilmişti her şeyin üzerine. Ellerini ve yüzünü yıkamak için ilkin lavaboya doğru yürüdü. Bir şeyler eksiliyordu kendisinden. Küçüktü, anlam verecek kadar büyümemişti daha. Kahvaltısını yaptı. Aynanın karşısına geçince yanına Ömer’i değil korkusunu almıştı. Yüzündeki korkunun büyüklüğünü seçebiliyordu. “Ya abim anlarsa? ” diye düşünmeden edemeyecek kadar korkuyordu.
Hüznü ile beraber, okul elbiselerini giyindi. Ayakkabılarını evin kapısında geçirdi ayaklarına. Barbie desenli pembe çantasını da sırtlayıp okula doğru yola koyuldu. Evine yüz metre uzaklıktaki okulunun kapısından içeri girdi. Cuma günü okudukları İstiklal Marşı ile hafta sonuna girdikleri okulda, hafta başını andımızı okuyarak açtılar. Sınıf sınıf okulun kapısından içeri girdiler. Ömer her zaman ki gibi koşar adım çantasını sırasına atıp dersliğin kapısına geçti. Ama Esra, hiç yapmadığı bir şeyi istemeyerek yaptı.
Öğretmenin merdivenlerden yukarı çıktığını gören öğrenciler, koşar adım sıralarına koştu. Ömer sırasına geçtiğinde, Esra’nın Merve’nin yanına oturduğunu fark etti. Ne olduğunu anlamak için Esra’ya doğru baktı. Esra ise bakışı hissetmiyormuş gibi yüzünü tahtaya çevirdi. İçinde hiç olmadığı kadar iğrenç ve tatsız bir şeylerin gezindiğini hissediyordu. Bir süre sonra Ömer, Esra’nın yüzüne bakmaktan vazgeçti. Dersin bitmesi için defalarca can alıp verdi. Esra, daha büyük bir can pazarının içerisindeydi oysa… Büyük bir korku zindanında esir düşmüştü. Nihayet zil çaldı. Tüm çocuklar dışarı koşuştururken, Esra da yıllanmış gibi gelen bacaklarıyla ağır ağır kapıya doğru yürüdü. Ömer dayanamadı, yanına gitti.
“Ne oldu Esra” diye sordu.
Esra, büyük bir iç gürültüsüyle sustu.
Ömer tekrardan sorusunu yineledi ve Esra, Ömer’in üzgün yüzüne solmuş bir gökyüzünü andıran gözlerini dikerek, sanki tüm korkularını tek bir cümle ile anlatmak ister gibi, “Ben, ölmek istemiyorum!” dedi.